
Yerel saatle 21:30 civarında Brezilya-Sao Paulo'ya varıyoruz ve park yerinin dolu olmasından dolayı yaklaşık 1 saat bekliyoruz; bana internet lazım! Ama nafile, tüm kablosuz ağlar şifreli.. 1 saatlik temizlik ve yolcu indi-bindi telaşından sonra Buenos Aires'e doğru yola çıkıyoruz.
Yerel saat 23:30 olduğunda Buenos Aires'e varıyoruz. Arjantin uluslararası Ministro Pistarini havalimanından çıktığımda beni İzmir'den eski bir dostum olan Abdullah abim karşılıyor. Kendisiyle bir tesadüf olarak Viber'da konuşurken Buenos Aires'te yaşadığını öğreniyorum ve bana Arjantin'de olduğum süre içerisinde evinden başka bir yerde kalmamamı söylemişti. Yaklaşık 1 saatlik bir taksi yolculuğundan sonra eve varıyoruz. Evde 4 Türk kalıyorlar; Halil, Mehmet ve Hüseyin. Bir kaç saatlik sohbetin ardından ertesi günün planının yapıp yatıyoruz, Boca'ya gideceğiz.
1.Gün - Boca - Buenos Aires, Arjantin
Boca, ünlü futbol takımı Boca Juniors'un ismini sıkça duyduğunuz, eski ve kısmen pis bir kenar mahalle. Burayı bir turist merkezi haline getirmek için sokak sanatçılarına bolca duvar çizimleri yaptırmışlar, her tarafta küçük restoran ve bistrolar var ve hemen hepsinin önündeki küçük ahşap platformlarda bir çift tango yapıyor. Ayrıca sokakta başka çiftler var ve fotoğraf çektirmek için sizi yanlarına çağırıyorlar. Hatırlatmakta fayda var: Arjantin, Paraguay'dan sonra dünyada en çok et tüketilen ülke. Dolayısıyla her tarafta Parrilla denen et restoranları var. Bunların kimi dışarıda bulunan dev ızgaralarda çeşit çeşit et, sosis ve kaburga yapıp servis ediyorlar.
Arjantin'de mate çayı çokça tüketiliyor. Yolda bir çok kişinin elinde üstü kesik yuvarlak bardaklar içerisinde mate çayı görebilirsiniz. Boca'da küçük bir tezgah başındaki bir adam da, bakır kaplar üzerine istediğiniz ismi (hatta logoyu bile) çizip size veriyor; bunun için de yalnızca 40 peso (yaklaşık 7 TL) alıyor. Kendime hemen bir tane yaptırdım tabi. Bardak dışında, aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz gibi bakır çaydanlıklar üzerine de isminizi yazdırabiliyorsunuz ama bunların fiyatı yaklaşık 100 peso'ydu (15 TL).
Mate bardağımı da aldıktan sonra Boca içerisinde gezinmeye devam ediyorum. Her yerde sokak sanatçılarının boyadığı renkli duvarlar ve çizdikleri figürler var. Renkler çok canlı. Muhtemelen hepsinin bir anlamı var. Tabi fotoğraf çektiriyorum. Aslında bu duvar çizimlerini, geçen sene çok ayrıntılı bir Güney Amerika gezisi yapan Türk bir çiftin blogunda görmüştüm.
Boca'da biraz daha vakit geçirdikten sonra Buenos Aires'te şehir merkezine gidiyorum. Puerto Madero denen ve Río de la Plata nehrinin kıyısında, gökdelen ve rezidansların bulunduğu bölgede, müzeye dönüştürülmüş eski bir savaş gemisi olan ARA Presidente Sarmiento'ya gidiyorum. Kruvazörün içerisinde eski mürettebatın kıyafetlerinden kullandıkları teçhizat ve silahlara, kaptan köşkünden kamaralara kadar herşey iyi korunmuş ve sergileniyor. Tabi bu bahsettiklerimin hiçbiri ilgimi çekmediği için biraz şebeklik yapıyorum.
Daha sonra Plaza de la Republica bölgesinde, şehir merkezindeki Obelisco de Buenos Aires isimli dikite gidiyorum. 1936 yılında Alman Siemens firması tarafından yapılan dikit, St. Nicholas of Bari isimli, aynı bölgede bulunan ve daha sonra yıkılan bir kiliseye atfedilmiş. Beton bir dikit demedim, gidip gördüm.
Sonrasında Metropolitan Cathedral isimli, Buenos Aires'in en büyük katolik kilisesine gidiyorum. Mimari gerçekten büyüleyici. 16.yy'da yapılan bu büyük katedral, içerisinde el yapımı oymalar ve süslemelerle dolu, kubbesinde altın yaldızlı çeşitli yazılar ve resimler var.
Şehir merkezinde bir kaç gezintiden sonra akşama doğru yoruluyorum. Artık eve gidebilirim. Zira hala üzerimde -kabul etmediğim- bir jetlag sarhoşluğu var ve dinlenmem gerek.
2.Gün - Lujan - Buenos Aires
Aslında 2.gün için planım, Buenos Aires'in 28 km dışındaki Tigre Nehri'ne gidip orada bota binmek ve nehir turu yapmaktı. Nehirde yaşayan insanları ve doğal yaşamı görebileceğim bir seçenek dışında yapabileceğim başka bir opsiyon daha vardı: Lujan.
Lujan, Buenos Aires'in yaklaşık 70 km dışında, otobüs veya özel araçla gidilebilecek küçük bir şehir. Buradaki atraksiyon ise yine aynı isimli, bir ailenin sahibi olduğu bir hayvanat bahçesi olması.
Giriş parası biraz tuzlu olsa da (200 peso: 28 TL) bu hayvanat bahçesi bildiklerimizden biraz farklı çünkü buradaki hayvanlara -yerse, Amerika'lıların deyimiyle "if you have the balls"- yakınlaşabiliyor olmanız. Yakınlaşmaktan kastım bir aslanla selfie fotoğraf çektirmek veya bir kaplanı sevmek falan. Mesela:
Biraz daha ileri giderseniz şöyle de olabiliyor tabi:
Herkesin ilk aklına geldiği gibi hayvanları uyuşturmuyorlar, biz oradayken etle besliyorlardı. Aslanlar, ailenin bebekliklerinden beri evcil olarak besledikleri kedileri gibi, iyice evcilleştirilmiş. Hoş, aslan bu; sağı solu belli olmaz. İçgüdüsel olarak vahşi bir hayvanı istediğin kadar evcilleştir, yine de bu pisiciklere belli olmaz. Zaten olayın ciddiyetini ertesi gün anlayabildim. Bu arada kaplanlarla, aslanlar kadar "can ciğer kuzu sarması" olamıyorsun, yetiştirme tarzı tabi. Kafese girdiğimde bi' tanesinin boynuna sarıldığımda bakıcıları uyardı. Biz de uzaktan severiz mantığıyla ancak bu kadar olur dedik ve kaderimize razı geldik.
Daha sonra ileride bulunan kuş ve sürüngenlerin olduğu kafeslere gittik. Burada değişik papağan ve kuş türleri var. Kafesteki çocuğu ikna ettikten sonra Katarina isimli kuşu yakından sevebildik.
Fillerin hafif çaplı burun saldırılarına maruz kaldım.
Burada ayrıca tukan isimli, uzun turuncu gagalı, çok sevdiğim bir kuş türü de vardı fakat bunlar biraz hareketli mahluklar olduğu için öyle eline, omzuna falan alamıyorsun. Bi' tıslamalar, zıp zıp kaçmalar; bildiğin hiperaktif hayvanlar.
Daha sonra sürüngenlerin olduğu kafese gidiyoruz. Burada iguana, yılan, örümcek gibi soğuk kanlı hayvanlar var. Diğer kafeslerde kendi makinenizle fotoğraf çekebiliyorken burada yalnızca işletmenin profesyonel çekim yapan personelinin çekim izni var, sebep: tamamen duygusal. Neyse, ok diyoruz ve fotoğraf çekilmek için bi' hayvan seçmemizi istiyorlar: yılan mı alsam, iguana mı, tarantula mı.. Karışık yapamıyor muyuz derken tek seçim şansımız olduğu söylüyorlar. Neyse, "ver oradan bi' boğa yılanı" dedikten sonra dostumuzu boynuma doluyorum. "Buz gibi lan bu" efektinden sonra birbirimize alışıyoruz.
Akşam olmaya başladığında artık iyice yoruluyorum ve eve gitme zamanı. Otobüsle eve dönmek yaklaşık 2 saat sürüyor. Bu arada Instagram'a yüklediğim aslan selfie fotoğrafında millet iyi geyik döndürüyor.
3.Gün - Buenos Aires
3.gün biraz dinlenmeyle geçti desem yeridir. Hala üzerimde saat farkına alışamamış olmanın verdiği tatlı sarhoşluk ve yorgunluk var. Ama günler sınırlı deyip dolaşıyoruz. Bu arada Buenos Aires'te, Dışişleri Bakanlığı'na bağlı Kültür Ateşesi olarak çalışan Fatih Abi'yle tanışıyorum. Utku isminde çok sevimli bi' oğlu var.
Arabasıyla bizi gezmeye götürüyor. Bir kaç hediyelik ve magnet almak için bildiği bir yere gidiyoruz. Bu arada şunu da not düşeyim: Arjantin, Paraguay'dan sonra dünyada en çok et tüketilen 2.ülke demiştim, dolayısıyla burada hayvancılık çok yaygın. Şehrin her tarafındaki "parilla" isimli et lokantalarından kokular geliyor. Hayvancılık yaygın olunca deri ürünleri de çok ve ucuz. Deri ceket mağazalarında fiyatlar maximum 180 $, modeller de çok iyi. El yapımı deri ayakkabı, bot ve çizme üreten üreticiler var. Fatih Abi'ye ısrarlarımdan sonra sonunda "akşam seni güzel bi' yere götürücem" sözünü alıyorum. Bir kaç magnet ve hediyelik eşya aldıktan sonra listemde görmek istediğim "Cementario de la Recoleta" isimli mezarlığa gidiyoruz. Evet, mezarlık; fakat bu biraz farklı. Sadece kalburüstü insanların satın alabileceği modern bir mezarlık. Fakat burada Hindistan'da yaptıkları gibi bedenlerini yakıp bir vazo içerisine doldurarak İtalyan işi mermerlerden yapılmış odacıklarda sergiliyorlar. Dolayısıyla koku falan yok. Tabi burası ziyaret etmek isteyen turistlerin de gezi noktası haline geliyor.
Uzunca yürüyüşlerden sonra karnım iyice acıktı. Görelim şu meşhur Arjantin bifteğini. "Bizi en iyi yere götür Fatih Abi" dedim, "paraya kıyıp en iyisini yiyelim". Bizi, bakanlar ve milletvekilleri geldiğinde onları da götürdüğü bir yere götürdü. Buranın ismi Selquet, gerçekten de 1.sınıf lüx bir restoran, her masaya bakan profesyonel garsonlar falan var, içeride bar kısmı, dışarısı ise tamamen yemek. "Abi bize şöyle ortaya karışık yap" falan demedim tabi; kalın bi' biftek (bife de chorizo) yemek istiyorum. İspanyolca'da orta pişmiş anlamına gelen "cocido" istedim, ama kuru da olmasın tabi, İngilizce hafif sulu deyimiyle "juicy", İspanyolca'da "jugoso". Restoran, Rio de la Plata nehrine yakın La Pampa denen güzel bir bölgede. Arjantin'in neredeyse %60'ından fazlası yeşil, her taraf orman; dolayısıyla en büyük sıkıntı da sivrisinekler.
Yarım saat sonra etlerimiz geliyor. 700 gram, 4 parmak kalınlığında mis gibi bi' koca oğlan. Orta pişmiş, içi hafif sulu.. Bakarken mest oldum zaten; yanına da soda söylüyorum. Eti bitiremedim, şöyle bi' yavruydu kendisi:
Eti bitiremedikten sonra artık eve dönme vakti. Gideyim de, sivrisineklerin ısırdığı bacaklarımı biraz da evde kaşıyayım.
4.Gün - Iguazu Şelaleleri (Arjantin Tarafı)
Yapılacaklar listemde üst sıralarda yer alan Iguazu Şelalelerine gitmek için nihayet bugün yola çıkıyorum. Arjantin'e gitmeden önce Abdullah Abi'me aldırdığım biletimin saati 08:00, dolayısıyla havalimanına gitmek için yaklaşık 06:00'da evden çıkmam gerek. Önceki geceden valizimi hazırladığım için telaşa gerek yok. Ayrıca o günden sonra gezide tamamen tek başımayım. Aslında genelde tek başıma gitmeyi seviyorum, en azından kendi programımı kendime göre çizme avantajı sağlıyor bana tek başıma gezmek; kafam estiğinde zamanımı istediğim gibi değerlendirmeyi seviyorum.
Evdekilerle vedalaşıp Allah'a ısmarladık dedikten sonra Abdullah Abi'm ısrarlarıma rağmen beni havalimanına kadar götürüyor. Yaklaşık 45 dk'lık yolda taksici susmadı. Oradan-buradan derken nihayet geldik. Aklıma gelmişken Arjantin'le ilgili bir bilgi vereyim: 1 $, 7 Arjantin Pesosu'na denk geliyor. Fakat Arjantin'de "negro" denilen ikinci bir kur var, bi' nevi el altından, normal döviz bürolarından aldığının aksine bunu seyyar olarak elden satıyorlar ve burada da 1 $ yaklaşık 12 Peso. Legal kur ile arasında neredeyse %42'lik bir fark var. Böyle olunca negro kura göre 1 TL yaklaşık olarak 7.5 Peso'ya denk geliyor. Paranın değerini anlatabilmek adına şöyle bi' örnek vereyim: orta ölçekli bi' yerde pizza yediğinizde 1 dilimi 6-7 peso, yemek ve içecek 20 peso falan. Yemekler de doyurucu ve güzel. Tabi domuz tüketimi çok olduğu için anti-domuzcular dikkat.
Neyse efendim, havalimanına geldik. Havalimanında "desayuna" denen kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltı demişken, öyle aklınıza sucuklu-yumurta (keşke), domates, peynir, bal, kaymak falan gelmesin. Kruvasan-kahve..
Tabi Türk'ün aklına ilk gelen düz mantık gibi ben de "acaba buraya kahvaltıcı mı açsam", "günde 100 kişi gelse, kişi başı..." rüyalarına anlık dalmadım değil.
Neyse efendim, anonstan sonra uçağa doğru yola koyuluyorum ve 1.5 saatlik bir uçuş beni bekliyor.
Türk Hava Yolları'nın kıymetini bilin, 1.5 saatlik uçuşta 1 balık balık kraker, 2 adet de oreo tarzı bisküvi. (2 adet, tane, öyle paket falan değil).
Iguazu Şelaleleri ile ilgili kısa bir bilgi paylaşayım:
Iguazu Şelaleleri; Brezilya, Arjantin ve Uruguay ülkelerinin sınırlarının kesiştiği yerde akan bir dünya harikası; lafta değil, dünyanın 7 harikasından biri. Iguazu Nehri, Brezilya'nın Parana' eyaletinden geliyor olsa büyük çoğunluğu Arjantin'in Misiones bölgesinde dökülüyor. Hem Brezilya hem de Arjantin tarafından görülebilen şelalelerin etrafında iki farklı park yapılmış. Bazıları kilometrelerce olan bu yürüyüş yolları Arjantin tarafında çok daha popüler çünkü Arjantin tarafında bazı şelalelerin neredeyse birkaç metre yakınına kadar gidebiliyorsunuz.
Neyse efendim, uçuşumuz nihayet sona eriyor ve Cataratas del Iguazu Havalimanı'na varıyoruz. Bu havalimanı tamamen şelalelere gelenlere hizmet veriyor. Buenos Aires'ten şelalelere gelmenin başka bir yolu da otobüs yolculuğu fakat o da 18 saat sürüyor ve 60 $. Uçak biletini 100 $ almak daha akıllıca sanki..
Fakat iş havalimanına gelmekle bitmiyor. Buradan şelalelere 20 km gibi bir mesafe var ve tek opsiyonunuz taksi. Toplamda 40 Peso'ya giden taksileri başkalarıyla paylaşmak da mümkün. Fakat ben taksi için başka birini bulamadığımdan dolayı tek başıma bindim, şoförüm 20'li yaşlarda Sara isimli Arjantin'li bir kız.
Kendisinden parkla ilgili gerekli bilgileri aldıktan sonra yarım saat içerisinde parkın girişine ulaşıyorum.
Hava yaklaşık 36 derece fakat ben bunları hesaba katarak hazırlıklı geldiğim için sorun yok. Park o kadar büyük ki bir şelaleden diğerine gidebilmek için parkın içerisindeki trenlere binmeniz gerekiyor. Yalnızca Arjantin tarafının haritası:
Yaklaşık 15 dk'lık bir yürüyüşten sonra trene ulaşıyorum. Üzeri açık, karşılıklı tahta oturaklardan oluşan 20 adet vagonun birleştirildiği tren, 15 dk içerisinde doluyor ve 20-25 dk'lık bir yolculuk sonucunda Şeytanın Boğazı'na varıyorum.
Trenin durduğu yerden sonra yaklaşık 2.6 km yürüyüşten sonra ancak Şeytanın Boğazı'na ulaşılabiliyor. Çelik kontrüksiyondan yapılmış yürüyüş yolları, Brezilya tarafından akan nehri ufuk çizgisine kadar görmeme olanak sağlıyor. Öyle güçlü akan bir nehir ki suya düşen birinin kendini bırakmaktan başka çaresi olacağını sanmıyorum; ya bi' kayaya ya da bir ağaca çarpıp en iyi ihtimalle yaralanarak durabilir sanırım. (kafada herşeyi kuruyorsun öyle koca nehri görünce tabi).
1.5 km'lik yürüyüşün ardından dev şelalenin gürültüsü daha belirgin olarak kulaklarımı doldurmaya başlıyor. Şelaleye doğru baktığımda sanki yangın yandığında havaya yükselen dumanlar gibi birşey görüyorum. Yakınlaştıkça daha iyi anlıyorum ki metrelerce yüksekten dökülen tonlarca su, havaya doğru milyonlarca damlalar halinde yükseliyor ve dumana benzer bir görüntü oluşturuyor.
Sonunda büyük izleme balkonlarına ulaşıyorum. Duyduğum ses ve görüntüyü ne çektiğim onlarca fotoğraf ne de kelimeler anlatabilir. 180+ derecelik bir kavisli açıdan dökülen sular havada bir çok gökkuşağı oluşturuyor, ve saniyeler içerisinde tamamen (deyim yerindeyse donuma kadar) ıslanıyorum. Hava çok sıcak fakat çok hafif bir rüzgar estiğinde dökülen sular havaya doğru daha çok yükseliyor ve yüzüme adeta dolu yağıyor ve gözlerimi açamıyorum. Ve damlaların oluşturduğu bulut görüntünün netliğini bozuyor. Bir an içerisinde rüzgar duruyor ve görüntü tekrar netleşiyor. Tabi parmaklar hemen deklanşöre.. Kameramı korumak için t-shirt'ümden içeri sokup çıkarıyorum. Ayrıca büyük şelalenin yanında akan onlarca, belki yüzlerce irili ufaklı şelale; gerçekten bir doğa harikası demekten kendimi alamıyorum.
Geldiğim yoldan geri dönerek Upper Trail'e doğru yola koyuluyorum. Bu arada o kadar ıslandım ki t-shirt'ümü çıkarıp sırtıma asıyorum. Böyle hem sıcakta sırtıma iyi bir kompresyon oluyor hem de kurutmuş oluyorum. Başka bir trene binip 15 dk'lık yolculuktan sonra Upper Trail yürüyüş yoluna ulaşıyorum. Şeytanın Boğazı'ndaki kadar olmasa da burada da yaklaşık 2 km'lik bir yürüyüş yolu var. Fakat bu yürüyüş yolu boyunca tabelalar sizi değişik şelalelere yönlendiriyor. Her şelaleye farklı bir isim verilmiş.
Ve Upper Trail'in izleme balkonundayım. Şeytanın Boğazı kadar olmasa da buradaki suyun debisi ve gürültüsü kulakları dolduruyor. Döküldüğü yerlerde oluşturduğu gökkuşakları ve yeşil renk çok güzel. Ayrıca buradan, Lower Trail yürüyüş yolunu ve yolun sonundaki izleme balkonlarını, aşağıdaki küçücük görünen insanları izleyebiliyorsunuz.

30 dk'lık bir yürüyüşten sonra yukarıda fotoğrafladığım büyük şelalenin yakınına geliyorum. Burada tamamen ıslanmam sanırım maximum 30 saniye sürmüştür. Çelik balkon adeta şelalenin döküldüğü yere bir kaç metre uzaklıkta ve bazen gözümü açamıyorum. O sıcakta yüzüme suların dökülmesi çok farklı bir his yaratıyor. Öyle ellerimi açıp havaya bakarak romantik komedi film kapağı pozu vermesem de hafiften andırıyor diyebilirim.
Bu arada Dimitri isminde Rus bi' çocukla tanıştım, Türk'üm deyince benimle sohbet etmeye başladı, tek canı sıkılmış olmalı ki gezimin sonraki 2 saatinde benimle birlikteydi. Nehirde bot gezisi yapmak istediğimi söyleyince o da gelmek istedi ve bota gitmek üzere Lower Trail yolunu geri doğru yürümeye başladık. Bu arada yolda tesadüfen karşılaştığım İtalyan bir çiftle 20-25 dk sohbet ettik. Onlar da Iguazu Şelaleleri için 4 günlerini ayırdıklarını ve sonrasında Arjantin'in güneyinde bulunan El Calafate'ye gideceklerini söylediler.
Tekrar trene binip 20 dk'lık bir yolculuğun ardından rafting ve nehir turu yapılan gişelere gidip kalkmak üzere olan bota 20 Peso'ya bilet aldık.

1 saatlik nehir turunun ardından tekrar başladığımız yere döndük ve kendimi iyice yorulmuş hissettim. Aslında beni yoran yürümek değil, o sıcakta yürümekti.
Parkın çıkışına gitmek için trene binip son 20 dk'lık yolculuktan sonra nihayet çıkıştayım. "Bugünlük bu kadar şelale yeter" deyip emanet dolaplarından çantamı alıyorum. Rezervasyon yaptırdığım hostelim Brezilya tarafında, yani sınırı geçmeliyim. Beni havalimanından parka getiren Sara'ya sorduğumda "380 Peso'ya Brezilya tarafına geri götürürüm" demişti ve numarasını almıştım. Fakat o kadar para vermeyi hiçbir zaman düşünmedim. Ufak bir araştırma sonucunda Brezilya tarafına direkt parktan otobüs olmadığını, yalnızca havalimanına veya Iguazu kasabasına gidebileceğimi öğrendim; bana uyar. 35 Peso'ya bilet aldıktan sonra otobüse bindim. Otobüste, Şeytanın Boğazı'na giderken tanıştığım Avusturya'lı bir kızla tekrar karşılaştım. 1 aydır gezdiğini, sonraki durağının da Amazon olduğunu söyledi. Millet geziyor abicim.. Sonra yanıma oturan Arjantin'li bi' amcayla kasabaya kadar sohbet ettik.
1 saat sonra kasabaya vardık ve otobüs garajı olduğunu düşündüğüm bir yerde indim. Sorduğum tüm firmalardan "malesef Brezilya'ya başka otobüsümüz yok" cevabını aldıktan sonra belediye otobüsü diyebileceğim bi' otobüsün son seferi için beklediğini öğrendim. Bildiğin İkarus, külüstür ve hurda.. Arjantin'den Brezilya'ya sınırı geçen bu otobüsün bilet fiyatı yalnızca 4 peso'ydu (57 kuruş gibi bişey). Son sefere bilet aldıktan sonra otobüsü bekleyenlerle biraz sohbet muhabbet derken şoför hareket ediyoruz dedi. Şoför de dahil otobüstekilerin %70'i Brezilya'lı, dolayısıyla İspanyolca pek bir işe yaramıyor, çat pat konuşup anlaştıktan sonra oturdum ve 1 saat sonra Arjantin-Brezilya sınır kapısına vardık. Pasaportlarımızla birlikte aşağı indik ve Brezilya gümrüğünde mührümüzü bastırdıktan sonra tekrar otobüse binecektik ki beni bindirmediler. Meğer turistler indikten sonra otobüsü bekletmemek adına bir sonraki otobüse biniyorlarmış. Elime tutuşturdukları "bu bizim müşterimiz, bi' daha ödetmeyin bu çocuğa" gibisinden bi' kağıttan sonra adamlar basıp gitti. Bildiğin sınırda kaldım olm.. Tek tük araba, tur otobüsü falan geçiyor ama ne gelen otobüs var ne başka bişey. Bi kaç dakika sonra bir taksi yanımda durdu ve "Seni 20 Real'e hosteline götürürüm" dedi, "yok dayı istemez" dedim. Ama içimden bi' ses "acaba otobüs gelir mi" demiyor da değildi.. Sonunda yarım saat sonra başka bi' külüstür ufukta göründü. Otobüse bindikten sonra iletişim eksikliğini en üst düzeyde yaşıyorum: sıfır İspanyolca, sıfır İngilizce, koca otobüste dilsiz gibiyim.. Ne onlar beni anlıyor ne ben onları. Üzerine üstlük benim hostelimle alakalı hiçbi' yerden geçmiyor demezler mi.. Arkamı dönüp "İngilizce konuşan kimse yok mu" dediğimde 2 tane pembe suratlı 40'lı yaşlardaki Alman adam "biliyoruz" dedi, ama ne İngilizce tabi.. Neyse Allah'tan biraz anlaşıyoruz. Onlardan da bişey çıkmayınca bi tanesi "bizim hostele gel istersen, 10 Real, temiz" dedi. Ok dedim, en azından kalacak bi' yerimiz olacak neresi olduğunu bildiğimiz.. Koyulduk yola, otobüsten inip başka bi' otobüse bindik ve hostele doğru gidiyoruz. Yolda orada yaşayan genç kızlar binip iniyor, tek turist biz olduğumuz için garip bakışlara maruz kalıyorduk. Sonunda inip hostele vardık; dışarıdan tek katlı müstakil, bahçeli bi' ev gibi görünse de süper temiz, şirin ve rahat bi' yerdi. Yeni tadilat yapılmış, yataklara ilk yatan benim. 6 kişilik odada tek başıma, klimam açık, internetim süper-hızlı.. Brezilya'lı genç bi' çift tarafından işletilen hostel kaldığım en düzgün yerlerden biriydi diyebilirim. Hostelin işletmecisi Edo İtalyanca konuşunca işler biraz daha kolaylaştı tabi.
Güzel bi' uyku lazım bana..
5.Gün - Iguazu Şelaleleri (Brezilya tarafı)
Şelalelerin Brezilya tarafı daha çok panaromik görüntülere sahip ve uzaktan bi' kartpostal havasında seyretmenizi sağlıyor. Tabi ki yakınına gidebildiğimiz şelaleler de var ama görüntüler daha fotoğrafvari sanki. Saat 12:40'da Brezilya tarafındaki havalimanından Rio'ya biletim var ve sabahki vaktimi boşa geçirmek istemiyorum; Brezilya tarafına gideyim diye karar verdim ve sabah eşyalarımı toparlayarak parka giden belediye otobüsüne bindim. Ama çıkmadan önce güzel bi' kahvaltı tabi:
40 Real'e park ve emanet dolabı ücreti verdikten sonra çok az zamanım olduğunu hesaba katarak şelalelere gidiyorum. Burada tren yerine çift taraflı, Londra'daki "double-decker bus" dedikleri otobüsler şelalelere götürüyor. Otobüste Amerika'lı 2 adet bayanla tanışıyorum, çok tatlılar. Onlar da Rio'dan geliyorlarmış ve Arjantin'i gezeceklermiş.
Kısa bi' sohbetin ardından otobüs şelalelerin olduğu durağa varıyor ve vedalaşıp şelalelere doğru yürüyorum. Buradan görüntü gerçekten de çok güzel ve adeta kartpostal gibi.
Buradan sonra şelalelerin yakınına gidebileceğim bölgeye doğru koşar adımlarla ilerledikten sonra şu harika görüntülerle karşılaşıyorum:
Iguazu Şelaleleri'nin havadan çekilmiş görüntüleri (temsili)
Amerika'lı bir grupla tanışıp biraz laflıyoruz, beni Georgia'ya çağırıyorlar; çok iyi bi' sohbetten sonra teşekkür ediyorum:
Havalimanına vardıktan sonra 30 dk'lık bi' check-in kuyruğundan sonra bekleme salonunda wi-fi buluyorum ve anne-babamı arıyorum. İnsan sevdiklerini özlüyor, ailenin yeri bambaşka zaten. Bizimkilerle konuşup internet ihtiyacımı giderdikten sonra uçuşumun anonsunu duyup uçağa doğru gidiyorum. Öyle gate, kapı, körük falan yok. Zaten küçük olan havalimanında tüm uçaklar apronda yanyana bekliyor ve aprondan yürüyerek geçiyoruz. Giderken güzel havadan faydalanıp birkaç fotoğraf çekiyorum.
Tam Havayolları'ndan hostes ablamız
Bi' kez daha "THY olsaydı var ya.." şeklinde iç geçirerek yapacağım 1 saat 50 dk'lık Iguazu-Rio de Janeiro uçuşumda bisküvi ve kraker ikramıyla adeta ziyafet(!) çekiyorum kendime.
Bu arada sonraki durağım Peru fakat Rio'ya gitme sebebim Foz de Iguaçu Havalimanı'ndan Peru'ya uçuşların aktarma sürelerinin çok uzun olması. Ertesi gün 06:47'ye bulduğum Peru biletim için saat çok erken olduğundan otel/hostel rezervasyonu da yapmayıp havalimanında yatmayı düşünüyorum. Bi' gezgin için daha iyi bi' yer olabilir mi: temiz ve ücretsiz tuvalet, beleş internet ve kolay ulaşılabilen yeme-içme.. Ama yine de 14:00'de vardıktan sonra "en azından şehir merkezine bi' gidip göz atabilirim" diyorum ve havalimanından çıkıp şehir merkezine nasıl gidebileceğime bi' bakmaya başlıyorum.
Rio yanıyo' aga! 43 derece, leş gibi nemli bi' hava.. Taksicilerin hepsi söğüşleyecek turist arar gibi "taksi?" diye soruyor, bu arada teşekkürler demeyi de olayın doğası öğretiyor insana: "obrigado". Muhtemelen Portekizce'ye dair öğrendiğim 20 adet kelime ve ifadeden bir tanesi.. Bir kaç dakikalık fizibilite çalışmasından sonra şehir merkezine giden Ônibus isimli, bizdeki Havataş'ların muadili olan otobüslerin 13 Real olduğunu öğreniyorum. Taksi ise 55 Real. Şehir merkezine gidicem de nereye? Sora sora bağdat bulunur diyerek "Downtown" dedikleri yerde iniyorum. Burası gökdelen ve plazaların ağırlıklı olarak çalışanlara tahsis edildiği, bildiğin Maslak. Bana yiyecek-tuvalet-internet üçlüsünün olduğu bi' yer lazım: Starbucks! Fakat "obrigado" diyerek Starbucks'a gidilmez. Sokakta İngilizce veya İspanyolca konuşabilen bi' kişiye dahi rastlamıyorum.
Bir kaç dakika sonra "lüks" diye tabir edebileceğim bi' bayan ayakkabı/çanta mağazasına giriyorum ve selam verdikten sonra etrafta Starbucks olup olmadığını soruyorum. Ama kendi kendime konuştuğumu sonradan anlıyorum çünkü çalışan 4 tane bayandan hiç biri İngilizce bilmiyor. Biraz İngilizce biraz İspanyolca derdimi anlatıyorum ve içlerinden bi' tanesi telefonla İngilizce bilen bi' arkadaşını arayıp bana veriyor. Telefondaki arkadaşın yardımıyla 20 dk'lık yürüme mesafesinde merkezde bi' Starbucks buluyorum. Aslına bakılırsa adamın söylediği yerden biraz uzaklaştığımda "ne yapsam acaba" derken kafamı sola çevirdiğimde Starbucks tabelasını görüyorum: Voila! Bu arada dükkanlara girip çıktıktan ve insanlara soru sormak için yaklaştıktan sonra Portekizce hazineme 2.kelimeyi ekliyorum: Bom dia! (merhaba/iyi günler).
Starbucks'a gittikten sonra içeceğimi alıyorum, çantamı bırakıp prize yakın bi' yere oturuyorum: işte tam olarak ihtiyacım olan! Saat 21:00'a kadar orada takıldıktan sonra sıkılıp çantamı tekrar alıyorum ve biraz yürüyüp oraya ait bişeyler yemek istiyorum.
Meydan gibi bi' yere geldikten sonra seyyar bi' arabanın yanında bişeyler yiyen 2 tane genç kız görüyorum. Tabi yine kimse Portekizce dışında bişey bilmese de yediklerini merak edip ben de bi' tane söylüyorum.
Bu arada sohbet esnasında seyyar satıcı nereli olduğumu soruyor ve Türkiye cevabını duyduktan sonra yarım yamalak İspanyolcası ve vücut diliyle "Erdoğan, sizin başbakan taş gibi, güçlü; bizimki de biraz öyle" diyor. Çok garip ama aynı zamanda gururlandırıcı geliyor bunu duymak tabi. Allah'ın Brezilyası'nda bi' seyyar satıcının bizim başbakanımızı bilmesi bi' o kadar da güzel. Seyyar satıcıyla biraz sohbet ettikten sonra 3.kalıbımı da öğreniyorum: como chegar? (nasıl gidilir); Portekizce'm gelişiyor!
Geldiğim otobüsün durağını tekrar bulduktan sonra havalimanına geri dönüyorum. Saat 23:30'da havalimanına vardıktan sonra yarı uykulu biçimde sabahı ediyorum: yatağımı özledim!!!
6.Gün - Peru'
Saat sabahın 4'ü ve saat farkından dolayı uyanıyorum. Rio'da saat farkı: Türkiye'den 5 saat geri. Check-in kontuarının açıldığını öğrendikten sonra çantamı veriyorum ve biniş kartımı aldıktan sonra bekleme salonuna geçiyorum: bedava wi-fi ve bişeyler yiyorum. İlk önce Rio'dan Lima'ya, sonra da Lima'dan Cuzco'ya gidicem. Lima, Peru'nun uluslararası havalimanının olduğu en büyük şehri. Uçağımın varışından 1 saat sonra da Cuzco'ya uçuşum var.
5 saatlik uçuştan sonra Lima'ya varıyorum. Bu arada Lima'da saat farkı 2 saat daha geriye gitti; yani Rio'da Türkiye'yle saat farkı 5 saat iken Peru'da 7 saat geri attı. Bu enlem-boylam-paraleller beni öldürücek! Vücut saatim darmadağın olmuş şekilde diğer uçağımı beklemeye başladım. Bu arada bana para lazım, Peru parası: Sole. 1 $ 2.80 Sole'ye denk geliyor. Peru'da en büyük avantajım yerel dilin İspanyolca olması. En azından lanet Portekizce'den bir kaç günlüğüne kurtuldum.
100 $'lık Peru Sole'si aldıktan sonra uçağıma biniyorum. Lima'dan Cuzco'ya uçuş 1 saat 50 dk sürüyor ve önceki uçuşum dahil olmak üzere doğru düzgün bişeyler yiyemiyorum. İstanbul-İzmir uçuşunda bile sandviç, zeytinyağlı ve kek veren Türk Hava Yolları'nın neden Avrupa'nın en iyisi olduğunu tekrar hatmettikten sonra Cuzco'ya varıyorum. Bu arada boarding sırasında tanıştığım Cuzco'lu genç bi' kızla yol boyunca sohbet ediyoruz. 21 yaşında çok sevimli bi' kızdı, ismi Fabiola. Üniversite'de öğrenciymiş ve Cuzco'da yaşıyormuş.
Bagajlarımızı alırken biraz sohbet ediyoruz ve bana yardım etmek için birlikte gelmek istiyor. İlk işim yarın gitmeyi planladığım Machu Picchu biletini almak için şehirdeki ofise gitmek. Fabiola, havalimanı taksilerinin pahalı olduğunu ve dışarıdan tutmamız gerektiğini söylüyor ve birlikte dışarıya doğru yürüyüp bir taksi durduruyoruz. Kısa bi' pazarlıktan sonra ofise 4 Sole'ye götürmeyi kabul ediyor taksici.
Taksi dedim ama bildiğimiz Fiat Bis'ler kadar küçük ve aynı zamanda hurda.
20 dk'lık yolculuğun ardından bilet ofisine varıyoruz. Ertesi güne bilet olmadığını duymamla biraz canım sıkılsa da sonraki güne bilet olduğunu duyduğumda hemen yapışıyorum tabi. Öğrenci olmanın avantajını kullanıp (öğrenci kartımda 2012-2013 bandrolü olsa da bi' şekilde kabul ediyorlar) 152 Sole olan Machu Picchu biletini 75 Sole'ye alıyorum. (Yaklaşık 25 $). Oradan sonra gitmem gereken yer Machu Picchu'nun bulunduğu bi' nehir kasabası olan Aguas Calientes gitmek için tek alternatif olan Peru Rail firmasından tren bileti almak. Onun için de Plaza de Armas isimli meydana gitmem gerekiyor. Fabiola benim için başka bir taksiyle tekrar pazarlık yapıyor ve bulunduğum yerden tren bileti alacağım ofise, oradan da otelime gitmek için yapacağım 2 vesait için 9 Sole'ye genç bi' çocukla anlaşıyor. Fabiola'yla vedalaştıktan sonra tren bileti için ofise doğru yola koyuluyoruz. Taksideki çocuğa beni beklemesini, biletleri aldıktan sonra geleceğimi söylüyorum ve kıyafetlerimin bulunduğu valizi bagajda bırakıp biletleri almaya gidiyorum. Gidiş-dönüş 100 $'a aldığım kazık tren biletlerinden sonra taksici çocukla buluşup otelime gidiyorum.
Otelim San Blas denilen, bir kaç blok üst tarafta ve şehri gören bir tepede, butik bir otel. Kaldığım en şirin otel diyebilirim:

Bu kadar jetlag ve yorgunluk yeter, yarın 12:40'ta Ollantaytambo denen kasabadan Aguas Calientes'e biletim var ve Ollantaytambo'ya Cusco'dan ulaşmak için 2 saatlik yolum.. Dinlenmem gerek..
7.Gün - Ollantaytambo, Aguas Calientes - Peru
Sabah 5'te uyandıktan sonra çok
acıktığımı hissediyorum ve duş aldıktan sonra 6'da başlayan kahvaltı için aşağı iniyorum. Mango, ananas, karpuz, kavun, tropik meyveler, peynir, zeytin, taze ekmek, tereyağı, sıcak çay; Allah'ım işte tam olarak istediğim buydu, şükürler olsun! Toplam 4 tabak yedikten sonra çantamı otele bırakıp Ollantaytambo'ya gitmek üzere "colectivo" denen dolmuşlara doğru yürüyorum. Yolda yerel polislere sorduktan sonra ulaşıyorum. Yerel polisler genelde böyle genç kızlardan oluşuyor.
Dolmuşta tek turistim, herkes Peru'lu. Çok sıcak insanlar, yolda çok beğendiğim yerlerde fotoğraf çekmek istediğimi söylüyorum ve herkes benim için durup fotoğraflar çekmemi bekliyor.
Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra Ollantaytambo'ya varıyorum. Burası küçük bir kasaba fakat İnka'lardan kalma eski bir yerleşim yerine ve inşa ettikleri Güneş Tapınağı'na ev sahipliği yapıyor ve bu yüzden bölgeyi görmek isteyen bir çok turisti kendine çekiyor. Trenime 3 saat varken ben de gidip bi' göz atıyorum. Bu arada dolmuşta tanıştığım Peru'lu Amy-Elvis çifti "biz seni çok sevdik gel birlikte arkeoloji bölgesini gezelim" deyince birlikte Ollantaytambo İnka kalıntılarına gidiyoruz.

Ollantaytambo'dan insan kareleri
Bu teyze için sosyal medyada paylaştığımda gelen "şapkayı çıkar aynı Erzincan" yorumuna baya gülmüştüm
2 saat sonra trenime gitmek üzere yürümeye başlıyorum. Trenimin kalkmasına 40 dk var. Taze ananas suyu içip Peru'lu Elvis ve Amy ile vedalaştıktan sonra trene biniyorum.
Machu Picchu'nun bulunduğu Aguas Calientes kasabasına gitmek için tek alternatif olan Peru Rail treni gayet konforlu bi' 2 saatlik yolculuk sağlıyor. Trenin tavanında da pencere açıklıkları var ve bu sayede yolculuk sırasındaki Aguas Calientes nehrini ve aralarından geçtiğim dağları daha iyi görüp fotoğraflayabiliyorum.

Aguas Calientes, dağlar arasında kurulmuş küçük bir kasaba. Tabi bütün halk kazancını, Machu Picchu dağını görmeye gelen turistlerden elde ediyor. Hostelimi bulduktan sonra gidip yerleşiyorum. Bişeyler yedikten sonra erken yatmam gerek, Machu Picchu'ya giden otobüsler sabah 05:30'da hareket etmeye başlıyor. Yarın zor bi' gün olacak..
8. Gün - Machu Picchu - Peru
Kıvrımlı patikalardan 20 dk'da tepeye ulaşıyor otobüsüm ve iniyorum. Girişte bilet ve biletin üzerindeki isimle pasaporttaki ismi kontrol ediyorlar. Onu da geçtikten sonra "karşımda harika bi' manzara olduğunu söyleyemicem çünkü her taraf alabildiğine sis kaplı. Ayrıca benim asıl amacım Waynapicchu denen, Machu Picchu'dan 300 mt daha yüksek olan tepeye tırmanmak.


Küçük tarih bilgisinden sonra nerede kalmıştık.. Sis falan derken tabi saat 7:30 olduğunda Waynapicchu'ya gitmeye karar veriyorum. Bu arada Waynapicchu'ya günde toplam 400 kişinin çıkmasına izin veriliyor, bu da sanırım koruma altına alınmış olduğu için. Bir başka kontrol noktasında bilet ve pasaportları gösterdikten sonra ad, soyad, giriş tarih ve saatiyle birlikte imza alıyorlar. Bunun amacı dönüşte aynı kişilerden imza alıp geri döndüklerini kontrol etmek. Waynapicchu ciddi anlamda çok tehlikeli bir yer, çıkınca iyi anlıyorsun.
Taşların arasına örülmüş bir örümcek ağı:




Sonunda tepedeyim, fakat o da ne? Sisten hiç birşey göremiyorum. Tamam yüksekteyim falan da hani nerede o manzara derken 2 saatlik bi' bekleyişten sonra bulutlar ve sis dağılıyor. 2693 mt'de bulutlar ayaklarımın altında, otobüsten indikten sonra yürüdüğüm site alanı aşağıda küçücük, insanlar karınca gibi görünüyor, Aguas Calientes nehrinin dağlar arasında kıvrımları adeta duvar kağıdı gibi, otobüsle çıktığımız patikanın ne kadar uzun olduğu daha iyi anlaşılıyor. Burayı kelimeler yerine fotoğraflarla anlatmaya çalışayım:



Waynapicchu'da saat 12'ye kadar kaldıktan sonra Machu Picchu arkeolojik sitesini ziyaret etmek için aşağı iniyorum. İniş yaklaşık 30 dk sürüyor. Dönüşte aynı kapıda imzamı attıktan sonra Machu Picchu'yu geziyorum. Burası da aynı resimlerde gördüğümüz manzara, bi' ara burada olduğuma kendim bile inanamadım desem yeridir.

Waynapicchu çıkışı beni iyiden iyiye yordu. İyice yorulduğumu hissettikten sonra dönüş için otobüse binip hostelin yolunu tutuyorum. Saat 16:00'da tren biletime yetişmem gerek. Hostelde bıraktığım çantamı alıp trene biniyorum.
1 buçuk saatlik tren yolculuğunda karşımdaki koltuklara Amerikalı bi' çift oturuyor ve başlıyoruz koyu bi' muhabbete. Türkiye'ye iş için çok gidip gelmiş ve bi' keresinde Gaziantep'te bi' toplantıya katıldığını söylüyor. Tabi en sevdiği şey de baklava olmuş. "Şimdi baklava için neler vermezdim" dediğimde gülüyoruz. Laf dönüp dolaşıp biraz siyasete geliyor ve "sizin başbakanınız, Erdoğan, güçlü bi' lider, internette takip ediyorum, son zamanlarda bazı sıkıntılar var sanırım seçim yaklaşıyor?" diye soruyor. Çok beğendiğini ve yakından takip ettiğini söylüyor. O an anlıyorum ki hepimiz birer kültür ateşesiyiz aslında yurtdışında ülkemizi temsil eden...
Sohbet ilerleyince "sen müslümansın dmi" diye soruyor, gülümsüyorum; "ben Türkiye'yi ve müslümanları böyle bilmezdim, çok iyi insanlar" diyor, tekrar gülümsüyorum: "müslüman diyince senin olduğu gibi benim de aklıma üzerinde bomba patlatan, kafa kesen tipler gelip, vandal, terörist bi' algı oluşması için çabalayan medya" diyorum, "özellikle Amerikan medyası".. Trendeki herkes pür dikkat kesiliyor tabi, Hintli bi' çift "doğru" der gibi kafalarını sallıyor; ikinci bi' Davos "one minute" olayı hissi yaratan bu konuşmanın ardından Ollantaytambo'ya varıyoruz, Amerika'lı çift benimle görüşmek istediklerini söyleyerek kartlarını uzatıyor ve vedalaşıyoruz.
Trenden indikten sonra Ollantaytambo'da yine dolmuşa biniyorum ve Cuzco'da otelime doğru gidiyorum. Yatağımı özledim..
9 ve 10.Gün - Cusco-Sacsayhuamán - Peru
Peru, tahminlerimden daha orijinal ve otantik bi' atmosfere sahip olunca 17 Şubat olan Rio'ya dönüş biletimi 18'ine değiştirip 1 gün daha burada kalmak ve etrafa göz atıp köylülerin günlük yaşamlarını gözlemlemek istiyorum. Machu Picchu'dan döndükten sonraki 2 günümü turistik olmayan şeylerle geçirmek için ilk olarak Cusco'nun turist bölgelerinden çıkıp biraz uzaklaşıyorum.
Şehrin bir çok yerinde hediyelik eşya ve el işi satan kadınlar var. Cusco'lu kadınların renkli yerel kıyafetleri, fötr şapkaları ve bebeklerini veya sattıkları eşyaları sırtlarında taşıdıkları el örmesi bohçaları var.
Tabi bu orijinal görüntüleri fotoğraflamak isteyen o kadar çok turist var ki bu kadınların bütün dünyası para olmuş. Örneğin el işi bişeyler yapıp satan, 80 yaşlarındaki bi' teyzeden bişeyler aldıktan sonra fotoğrafını çekmek için izin istedim. Fotoğrafı çektikten sonra benden para istedi. Vermedim tabi.
Cusco'nun alt kısımlarında bulunan yerel pazara gidiyorum. Mümkün olduğunca turistik olan şeylerden uzak durmak istiyorum, dolayısıyla merkezden uzaklaştıkça daha çok doğal şeyler yakalayabileceğimi düşünüyorum.
Bu teyze kendi ürettiği ürünleri satarken akşam yemeğinde kullanacağı patatesleri dilimliyor. Asık yüzlü gibi görünse de fotoğraflarda güldüğünü pek yakalayamadım.
Plaza de Armas meydanı
Pazar gezintisinden sonra, Cusco'nun güneyinde bulunan İnka'lardan kalma antik bir yerleşke olan Sacsayhuaman'a gidiyorum. Okunuşunun zorluğundan dolayı insanlar buraya "sexy woman" diyorlar. Burası Cusco'yu tepeden gören, dev kayaların nizami bir şekilde dizildiği başka bir arkeolojik site. Rio de Janeiro'daki Kurtarıcı İsa heykelinin küçük boyutlu bir benzeri de şehri tepeden görecek şekilde buraya yerleştirilmiş. Fotoğraf çekerken yerli bir müzisyen dikkatimi çekti. Milk&Sugar'ın Canto del Pilon klibinden fırlamış bi' görüntüsü olan bu adamın ismi Maximus.
Mandolin benzeri küçük bir müzik aleti çalıyor ve fotoğrafını çekmek istediğinizde şarkı söylüyor; tabi şarkı bitince "at abi bişeyler" demeden siz bir kaç sole veriyorsunuz. Tabi ben de fotoğrafını çekmek isterken nereli olduğumu ve ismimi sordu. Sonra şarkısına "Türkiye'den Hüseyin için, viva Cusco!" diyerek başladı..
Maximus'a "hasta luego" dedikten sonra oradan ayrılıp otele gidiyorum. Resepsiyona bişeyler sorarken yanıma bi' bayan gelip "pardon Türk müsünüz?" diye soruyor ve gezimde ilk Türk'le karşılaşıyorum. Doktor olan Günnur (Günnur hanım, 50 yaşında falan), iki arkadaşıyla birlikte olduklarını ve akşam yerel Cusco danslarını seyretmek için kültür merkezine gideceklerini söylüyor, "ok gelirim" diyorum ve dansı izlemeye gidiyoruz. Diğer bayanlar da aynı yaşlarda, biri Kıbrıs'lı diğeri İstanbul.
Çıkışta bişeyler yedikten sonra gece 11 gibi dönüyoruz, hava buz. Tam olarak ihtiyacım olan şeyi otelde ilk kez fark ediyorum. En iyisi burada uyuyakalayım..
Ertesi gün kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra Rio'ya dönüş biletimin 12:40'da olduğunu dikkate alıp 3 saatimi boşa geçirmemek için Sacsayhuaman'a tekrar çıkıyorum ve ata binmek için birini buluyorum. 13 yaşında Tomas isimli bir çocukla anlaşıyorum; 2 saat at binme, otelden alınıp tekrar otele bırakılma dahil 35 Sole.
Tomas
At binmeyle ilgili ilk tecrübem olmasına rağmen 5 dk sonra sanki yıllardır biniyormuşum gibi alışıyorum, hatta selfie fotoğraf bile çekiyorum.
Arkadaşlar, başıma sardığım poşuyu görüp sosyal medyada bu fotoğrafların altına "aşkına eşkiya" geyikleri çevirince tabi ben de "töre konulu dizi çekiyoruz" diyorum. Kimle geyik yapıyosunuz olm..
Bindiğim atın ismi Antares, uysal bi' hayvandı; sırtından falan atar diye düşündüm ama Allah'tan öyle bişey olmadı. İyice sevip sakinleşmesi için kulağına "sen akıllı bi' atsın" falan dedim, umarım anlamıştır.
Etraftaki çocuklar meraklı bakışlarla yanıma geliyor ve "belgeselci ve yerli çocuklar" tadında bi' fotoğraf çekiyoruz
At gezintisi sonunda zaman kaybetmeden otele gidiyorum ve diğer Türk bayanlarla birlikte taksiye atlayıp havalimanına gidiyoruz, benim uçuşum onlardan 1 saat önce. Bekle beni Rio!
11.Gün - Rio de Janeiro - Brezilya
Sabah 05:30, geldik yine iletişim özürlü Brezilya topraklarına.. Rio'nun merkezinde olan Santa Teresa bölgesinde Santê Hostel'de rezervasyonum var. Tekrar otobüse binip merkeze gidiyorum ve oradan taksiye binip hostele ulaştım.
Hosteli işletenler Davide ve Isabelle isminde iki Brezilya'lı kardeş. Isabelle grafik dizayn mezunu olduğu için dizaynı o tasarlamış.

Saat 12'ye kadar dinlendikten sonra günü kaybetmemek için ilk olarak gitmeyi planladığım Jardim Botânico do Rio de Janeiro isimli botanik bahçeye gidiyorum. Bahçe dediğime bakmayın burası şehrin ortasında kocaman bi' ormanı andıran yemyeşil ve doğal bir park. Dünyanın dört bir yanından garip garip ağaçlar, bambu, kaktüs ve Brezilya'nın ikonlarından sayabileceğimiz palmiye ağaçları var. Ayrıca çeşitli hayvanlar, yüzlerce tür kuş, böcek vs.. Girişte sizi palmiyeli bir yol karşılıyor.
Parque Lage ve Jardim Botanico sonrası akşam hostele dönmek üzere geri gidiyorum. Yarın Rio'nun sembolü Cristo Redentor heykeline gidicem..
12.Gün - Kurtarıcı İsa Heykeli (Cristo Redentor), Rio - Brezilya
Bol tropik meyveli bi' kahvaltıdan sonra, bir önceki akşamdan aldığım Kurtarıcı İsa heykeli bileti için taksiye atlayıp Corcovado'ya gidiyorum. Corcovado, Portekizce'de "kambur" anlamına geliyor; muhtemelen dağın şeklinden dolayı böyle bir isim vermişler. Dağın tepesinde 30 mt yüksekliğinde ve 1145 ton ağırlığında, yüzü Rio'ya ve İpanema ile Copacabana plajlarına dönük Kurtarıcı İsa heykeli bulunuyor. Muhtemelen Rio deyince ilk akla gelen ve şehrin simgesi olan heykelin bulunduğu yerdeki gözetleme platformlarından şehir çok güzel görünüyor. Ayrıca Cristo Redentor heykeli, dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilmiş.
Gel sana şöööle bi' sarılayım!



Bu arada "tehlikeli yerlerde gezmiyosun dmi oğlum" diyen anneme şu fotoğrafı gönderdim:)))
Waynapicchu'da saat 12'ye kadar kaldıktan sonra Machu Picchu arkeolojik sitesini ziyaret etmek için aşağı iniyorum. İniş yaklaşık 30 dk sürüyor. Dönüşte aynı kapıda imzamı attıktan sonra Machu Picchu'yu geziyorum. Burası da aynı resimlerde gördüğümüz manzara, bi' ara burada olduğuma kendim bile inanamadım desem yeridir.

Waynapicchu çıkışı beni iyiden iyiye yordu. İyice yorulduğumu hissettikten sonra dönüş için otobüse binip hostelin yolunu tutuyorum. Saat 16:00'da tren biletime yetişmem gerek. Hostelde bıraktığım çantamı alıp trene biniyorum.
1 buçuk saatlik tren yolculuğunda karşımdaki koltuklara Amerikalı bi' çift oturuyor ve başlıyoruz koyu bi' muhabbete. Türkiye'ye iş için çok gidip gelmiş ve bi' keresinde Gaziantep'te bi' toplantıya katıldığını söylüyor. Tabi en sevdiği şey de baklava olmuş. "Şimdi baklava için neler vermezdim" dediğimde gülüyoruz. Laf dönüp dolaşıp biraz siyasete geliyor ve "sizin başbakanınız, Erdoğan, güçlü bi' lider, internette takip ediyorum, son zamanlarda bazı sıkıntılar var sanırım seçim yaklaşıyor?" diye soruyor. Çok beğendiğini ve yakından takip ettiğini söylüyor. O an anlıyorum ki hepimiz birer kültür ateşesiyiz aslında yurtdışında ülkemizi temsil eden...
Sohbet ilerleyince "sen müslümansın dmi" diye soruyor, gülümsüyorum; "ben Türkiye'yi ve müslümanları böyle bilmezdim, çok iyi insanlar" diyor, tekrar gülümsüyorum: "müslüman diyince senin olduğu gibi benim de aklıma üzerinde bomba patlatan, kafa kesen tipler gelip, vandal, terörist bi' algı oluşması için çabalayan medya" diyorum, "özellikle Amerikan medyası".. Trendeki herkes pür dikkat kesiliyor tabi, Hintli bi' çift "doğru" der gibi kafalarını sallıyor; ikinci bi' Davos "one minute" olayı hissi yaratan bu konuşmanın ardından Ollantaytambo'ya varıyoruz, Amerika'lı çift benimle görüşmek istediklerini söyleyerek kartlarını uzatıyor ve vedalaşıyoruz.
Trenden indikten sonra Ollantaytambo'da yine dolmuşa biniyorum ve Cuzco'da otelime doğru gidiyorum. Yatağımı özledim..
9 ve 10.Gün - Cusco-Sacsayhuamán - Peru
Peru, tahminlerimden daha orijinal ve otantik bi' atmosfere sahip olunca 17 Şubat olan Rio'ya dönüş biletimi 18'ine değiştirip 1 gün daha burada kalmak ve etrafa göz atıp köylülerin günlük yaşamlarını gözlemlemek istiyorum. Machu Picchu'dan döndükten sonraki 2 günümü turistik olmayan şeylerle geçirmek için ilk olarak Cusco'nun turist bölgelerinden çıkıp biraz uzaklaşıyorum.
Şehrin bir çok yerinde hediyelik eşya ve el işi satan kadınlar var. Cusco'lu kadınların renkli yerel kıyafetleri, fötr şapkaları ve bebeklerini veya sattıkları eşyaları sırtlarında taşıdıkları el örmesi bohçaları var.
Tabi bu orijinal görüntüleri fotoğraflamak isteyen o kadar çok turist var ki bu kadınların bütün dünyası para olmuş. Örneğin el işi bişeyler yapıp satan, 80 yaşlarındaki bi' teyzeden bişeyler aldıktan sonra fotoğrafını çekmek için izin istedim. Fotoğrafı çektikten sonra benden para istedi. Vermedim tabi.
Cusco'nun alt kısımlarında bulunan yerel pazara gidiyorum. Mümkün olduğunca turistik olan şeylerden uzak durmak istiyorum, dolayısıyla merkezden uzaklaştıkça daha çok doğal şeyler yakalayabileceğimi düşünüyorum.

Yerel meyve-sebze pazarı
Cusco sokaklarında rastladığım sevimli kız çocuğu
Pazar gezintisinden sonra, Cusco'nun güneyinde bulunan İnka'lardan kalma antik bir yerleşke olan Sacsayhuaman'a gidiyorum. Okunuşunun zorluğundan dolayı insanlar buraya "sexy woman" diyorlar. Burası Cusco'yu tepeden gören, dev kayaların nizami bir şekilde dizildiği başka bir arkeolojik site. Rio de Janeiro'daki Kurtarıcı İsa heykelinin küçük boyutlu bir benzeri de şehri tepeden görecek şekilde buraya yerleştirilmiş. Fotoğraf çekerken yerli bir müzisyen dikkatimi çekti. Milk&Sugar'ın Canto del Pilon klibinden fırlamış bi' görüntüsü olan bu adamın ismi Maximus.
Mandolin benzeri küçük bir müzik aleti çalıyor ve fotoğrafını çekmek istediğinizde şarkı söylüyor; tabi şarkı bitince "at abi bişeyler" demeden siz bir kaç sole veriyorsunuz. Tabi ben de fotoğrafını çekmek isterken nereli olduğumu ve ismimi sordu. Sonra şarkısına "Türkiye'den Hüseyin için, viva Cusco!" diyerek başladı..
Maximus'la birkaç hatıra fotoğraf çektirmek istediğimde mandolinini bana verdi ve pançosunun içerisinden bir flüt çıkararak "Bremen Mızıkacıları" pozu verdi. Gezi boyunca çektiğim fotoğraflar arasında en iyisi olduğunu düşündüğüm bu fotoğraflar ortaya çıktı.
Maximus'a "hasta luego" dedikten sonra oradan ayrılıp otele gidiyorum. Resepsiyona bişeyler sorarken yanıma bi' bayan gelip "pardon Türk müsünüz?" diye soruyor ve gezimde ilk Türk'le karşılaşıyorum. Doktor olan Günnur (Günnur hanım, 50 yaşında falan), iki arkadaşıyla birlikte olduklarını ve akşam yerel Cusco danslarını seyretmek için kültür merkezine gideceklerini söylüyor, "ok gelirim" diyorum ve dansı izlemeye gidiyoruz. Diğer bayanlar da aynı yaşlarda, biri Kıbrıs'lı diğeri İstanbul.
Çıkışta bişeyler yedikten sonra gece 11 gibi dönüyoruz, hava buz. Tam olarak ihtiyacım olan şeyi otelde ilk kez fark ediyorum. En iyisi burada uyuyakalayım..
Ertesi gün kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra Rio'ya dönüş biletimin 12:40'da olduğunu dikkate alıp 3 saatimi boşa geçirmemek için Sacsayhuaman'a tekrar çıkıyorum ve ata binmek için birini buluyorum. 13 yaşında Tomas isimli bir çocukla anlaşıyorum; 2 saat at binme, otelden alınıp tekrar otele bırakılma dahil 35 Sole.
Tomas
At binmeyle ilgili ilk tecrübem olmasına rağmen 5 dk sonra sanki yıllardır biniyormuşum gibi alışıyorum, hatta selfie fotoğraf bile çekiyorum.
Arkadaşlar, başıma sardığım poşuyu görüp sosyal medyada bu fotoğrafların altına "aşkına eşkiya" geyikleri çevirince tabi ben de "töre konulu dizi çekiyoruz" diyorum. Kimle geyik yapıyosunuz olm..
Bindiğim atın ismi Antares, uysal bi' hayvandı; sırtından falan atar diye düşündüm ama Allah'tan öyle bişey olmadı. İyice sevip sakinleşmesi için kulağına "sen akıllı bi' atsın" falan dedim, umarım anlamıştır.
Etraftaki çocuklar meraklı bakışlarla yanıma geliyor ve "belgeselci ve yerli çocuklar" tadında bi' fotoğraf çekiyoruz
At gezintisi sonunda zaman kaybetmeden otele gidiyorum ve diğer Türk bayanlarla birlikte taksiye atlayıp havalimanına gidiyoruz, benim uçuşum onlardan 1 saat önce. Bekle beni Rio!
11.Gün - Rio de Janeiro - Brezilya
Sabah 05:30, geldik yine iletişim özürlü Brezilya topraklarına.. Rio'nun merkezinde olan Santa Teresa bölgesinde Santê Hostel'de rezervasyonum var. Tekrar otobüse binip merkeze gidiyorum ve oradan taksiye binip hostele ulaştım.
Hosteli işletenler Davide ve Isabelle isminde iki Brezilya'lı kardeş. Isabelle grafik dizayn mezunu olduğu için dizaynı o tasarlamış.

Saat 12'ye kadar dinlendikten sonra günü kaybetmemek için ilk olarak gitmeyi planladığım Jardim Botânico do Rio de Janeiro isimli botanik bahçeye gidiyorum. Bahçe dediğime bakmayın burası şehrin ortasında kocaman bi' ormanı andıran yemyeşil ve doğal bir park. Dünyanın dört bir yanından garip garip ağaçlar, bambu, kaktüs ve Brezilya'nın ikonlarından sayabileceğimiz palmiye ağaçları var. Ayrıca çeşitli hayvanlar, yüzlerce tür kuş, böcek vs.. Girişte sizi palmiyeli bir yol karşılıyor.
Parque Lage ve Jardim Botanico sonrası akşam hostele dönmek üzere geri gidiyorum. Yarın Rio'nun sembolü Cristo Redentor heykeline gidicem..
12.Gün - Kurtarıcı İsa Heykeli (Cristo Redentor), Rio - Brezilya
Bol tropik meyveli bi' kahvaltıdan sonra, bir önceki akşamdan aldığım Kurtarıcı İsa heykeli bileti için taksiye atlayıp Corcovado'ya gidiyorum. Corcovado, Portekizce'de "kambur" anlamına geliyor; muhtemelen dağın şeklinden dolayı böyle bir isim vermişler. Dağın tepesinde 30 mt yüksekliğinde ve 1145 ton ağırlığında, yüzü Rio'ya ve İpanema ile Copacabana plajlarına dönük Kurtarıcı İsa heykeli bulunuyor. Muhtemelen Rio deyince ilk akla gelen ve şehrin simgesi olan heykelin bulunduğu yerdeki gözetleme platformlarından şehir çok güzel görünüyor. Ayrıca Cristo Redentor heykeli, dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilmiş.
Pisa kulesinden sonra aynı pozu verenlere başka bi' açıdan bakınca..
Biraz hediyelik eşya almak için ucuz diyebileceğim Uruguaiana denen bölgeye gitmek istiyorum fakat Rio'nun çok güvenli olmadığını düşünüp taksiyle otele gidiyorum ve profesyonel makinemi ve sırt çantamı bırakıp tekrar çıkıyorum.
Uruguayana denen yer bildiğimiz bit pazarı. %80'i zencilerden oluşan, her türlü incik boncuk bulabileceğiniz garip bi' yer. Bir tarafta hindistan cevizi, mango, papaya satan seyyarlar, bir tarafta sahte elektronik eşyalar, 2.el telefon satanlar. Burada cebinizden telefonunuzu çıkarırken maximum dikkatli olmak gerek, güven veren bi' yere benzemiyor.
Hediyelik magnet, kar küresi vs aldıktan sonra bişeyler yiyip hostele dönüyorum.
Bu arada hostelde kaldığım oda 12 kişilik ve karışık. Odada 2 tane Şili'li, 2 tane Alman, 1 tane Brezilya'lı kız, 2 tane de Uruguay'lı erkek var. Herkesin garip hikayeleri var tabi. Kimi 1 aydır geziyor, kimi yeni başlamış.
Pizza söyleyip odadakilerle geyik yaptıktan sonra yatıyorum..
13.Gün - Praia do Joatinga - Rio, Brezilya
Bu kadar kültürel tur yeter dedim ve son 2 günümü sadece denize gitmeye ayırmaya karar verdim. Fakat herkesin yaptığı gibi Brezilya'nın en popüler plajları Ipamema, Copacabana veya Leblon'a gitmek yerine farklı, turistik olmayan bi' yer arıyorum. Hosteldeki çocuklarla fikir alışverişi yaptıktan sonra Rio'ya 2 saat uzaklıktaki Joatinga plajına gidiyorum. Otobüsten indikten sonra ağaçlarla çevrili bir yoldan geçiyorum ve harika plaj karşıma çıkıyor.
Brezilya'lı dostum Fabio
Akşama kadar kızardıktan sonra hostelde tanıştığım Fabio ile buluşuyoruz. Arkadaşlarıyla sahile gelen Fabio bana evinde kalmayı teklif ediyor. Kabul ediyorum ve arabasıyla 2 saat uzaklıkta (toplamda Rio'dan 4 saat uzaktayız) bulunan evine gidiyoruz. Yolda giderken "ehliyetin var mı" diye soruyor. "Var" dediğimde gülüyor, "Rio'da araba kullanmak başka bi' yere benzemez". "Heyt koçum, ben Türkiye'de öğrendim, çok da farklı değil" diyorum. Gerçekten de Rio'da trafik Türkiye'de olduğundan farksız, kaldırımlardan sürenler, yasak yere park edenler, makas atanlar, yasak yerden dönenler vs vs. Aralardan geçince korkuyor, "merak etme" diyorum.
Fabio'nun evinde abisiyle tanışıyorum, geyik yapıyoruz biraz. Abisi Marijuana çekip duruyor, ama düzgün çocuklar tabi. Yolda gelirken "abim Marijuana içer, sana sıkıntı olmaz değil mi, çekindim söylemeye" demişti zaten..
Neyse akşam dışarı çıkıyoruz, kız arkadaşını da alıyor ve arabayla bişeyler yemeye gidiyoruz. "Kaç gündür doğru düzgün bişey yemiyorum, iyi bi' yere gidelim" deyince Big Chef's tarzı bistroya gidiyoruz. İyi bi' et ile birlikte bi' sürahi buz gibi taze sıkılmış mango+ananası mideye indirdikten sonra gece 12'ye kadar laflıyoruz. Eve dönme zamanı..
14.Gün - Praia do Aventureiro, Ilha Grande - Rio, Brezilya
Sabah erkenden kalkıp son günümü iyi değerlendirmek adına başka güzel bi' plaja gitmeyi kararlaştırıyorum: Aventureiro! Ilha Grande, (Portekizcede büyük ada) Angra Dos Reis yerleşkesine bağlı, Rio de Janeiro'nun 150 km güneydoğusunda, tropik ve süper havalı bi' ada! Hani şu kartpostallarda gördüğümüz, palmiye ağaçları, camgöbeği okyanus suyu, kristal beyaz kum, mercan kayalıkları var ya, işte burası orası.. Adada yağmur ormanları, doğal ormanlar, değişik kuşlar; doğallık adına ne ararsan var. Hatta burayı görünce "bugüne kadar cennet kelimesini başka bi' yer için kullandığım her sefer için pişmanım" dedim. Alın size bikaç fotoğraf:
Burayı daha fazla uzun tutmayı düşünmüyorum. Böyle güzel bi' yer işte..
15.Gün - Rio'dan São Paulo'ya dönüş - Brezilya
Hostel'de son kahvaltımı yaptıktan sonra biraz zaman geçirip çocuklarla vedalaştıktan sonra kaldığım 3 gecenin parası olan 101 Reali ödeyip taksiye biniyorum ve havalimanına gidiyorum. Hostelde herkesin veda mesajları yazdığı kolona imzamı bırakmadan olmaz. Benden sonra gelenler kolayca tanısın diye en üste Türk bayrağı da çiziyorum, milliyetçilik damarlarım kabardı lan!
Her sahil için bi' güneş yanığı
Dönüş biletim São Paulo'dan ertesi sabah saat 04:15'te. Rio ile São Paulo arası yaklaşık 412 km ve otobüsle 5-6 saat arası sürüyor. Uçak bileti fiyatı 150-200 $ arası değişiyor ama ben biletimi gitmeden 59$'a aldığım için rahatım.
Uçağım gelene kadar biraz duty free'de vakit geçirip internette takılıyorum. Çikolata falan alıyorum; toplam 4 kg'cık.
İnternet için gate yakınındaki Starbucks'a gidip büyük bi' Chai Tea Latte sipariş ediyorum ve ödemek için kartımı veriyorum; o da ne? Sistem bozuluyor.. Çocuk bi' kaç kez denedikten sonra "sizden para alamayız sistem hata verdi, afiyet olsun" diyor. "Bilseydim şu çikolatalı keklerden de 2-3 tane alırdım" diyorum, sıradaki diğer müşterilerle geyik gırla tabi.. Neyse beleş kahvemi alıp afiyetle yudumluyorum :) Bu arada kahvedeki nota dikkat!
Saat 03:30'e kadar oturduktan sonra anonsla birlikte uçağa doğru gidiyorum. 16.günümde 3 ülke, dünyanın 7 harikasından 3'ü, onlarca yüz, yüzlerce fotoğraf ve sayısız anıyla cebim dolu bi' şekilde eve dönmenin mutluluğu var. Bi' de tabi özlediğim türk yemeklerini uçakta yiyecek olmanın mutluluğu. Uçağa biner binmez hosteslerden 2'sini kafalıyorum. Biraz geyikten sonra 2 tane yemek istiyorum. Arada götürdüğüm pastırmalı sandviçler fln da cabası..
Brezilya'lı dostum Fabio
Akşama kadar kızardıktan sonra hostelde tanıştığım Fabio ile buluşuyoruz. Arkadaşlarıyla sahile gelen Fabio bana evinde kalmayı teklif ediyor. Kabul ediyorum ve arabasıyla 2 saat uzaklıkta (toplamda Rio'dan 4 saat uzaktayız) bulunan evine gidiyoruz. Yolda giderken "ehliyetin var mı" diye soruyor. "Var" dediğimde gülüyor, "Rio'da araba kullanmak başka bi' yere benzemez". "Heyt koçum, ben Türkiye'de öğrendim, çok da farklı değil" diyorum. Gerçekten de Rio'da trafik Türkiye'de olduğundan farksız, kaldırımlardan sürenler, yasak yere park edenler, makas atanlar, yasak yerden dönenler vs vs. Aralardan geçince korkuyor, "merak etme" diyorum.
Fabio'nun evinde abisiyle tanışıyorum, geyik yapıyoruz biraz. Abisi Marijuana çekip duruyor, ama düzgün çocuklar tabi. Yolda gelirken "abim Marijuana içer, sana sıkıntı olmaz değil mi, çekindim söylemeye" demişti zaten..
Neyse akşam dışarı çıkıyoruz, kız arkadaşını da alıyor ve arabayla bişeyler yemeye gidiyoruz. "Kaç gündür doğru düzgün bişey yemiyorum, iyi bi' yere gidelim" deyince Big Chef's tarzı bistroya gidiyoruz. İyi bi' et ile birlikte bi' sürahi buz gibi taze sıkılmış mango+ananası mideye indirdikten sonra gece 12'ye kadar laflıyoruz. Eve dönme zamanı..
14.Gün - Praia do Aventureiro, Ilha Grande - Rio, Brezilya
Sabah erkenden kalkıp son günümü iyi değerlendirmek adına başka güzel bi' plaja gitmeyi kararlaştırıyorum: Aventureiro! Ilha Grande, (Portekizcede büyük ada) Angra Dos Reis yerleşkesine bağlı, Rio de Janeiro'nun 150 km güneydoğusunda, tropik ve süper havalı bi' ada! Hani şu kartpostallarda gördüğümüz, palmiye ağaçları, camgöbeği okyanus suyu, kristal beyaz kum, mercan kayalıkları var ya, işte burası orası.. Adada yağmur ormanları, doğal ormanlar, değişik kuşlar; doğallık adına ne ararsan var. Hatta burayı görünce "bugüne kadar cennet kelimesini başka bi' yer için kullandığım her sefer için pişmanım" dedim. Alın size bikaç fotoğraf:
Burayı daha fazla uzun tutmayı düşünmüyorum. Böyle güzel bi' yer işte..
15.Gün - Rio'dan São Paulo'ya dönüş - Brezilya
Hostel'de son kahvaltımı yaptıktan sonra biraz zaman geçirip çocuklarla vedalaştıktan sonra kaldığım 3 gecenin parası olan 101 Reali ödeyip taksiye biniyorum ve havalimanına gidiyorum. Hostelde herkesin veda mesajları yazdığı kolona imzamı bırakmadan olmaz. Benden sonra gelenler kolayca tanısın diye en üste Türk bayrağı da çiziyorum, milliyetçilik damarlarım kabardı lan!
Her sahil için bi' güneş yanığı
Dönüş biletim São Paulo'dan ertesi sabah saat 04:15'te. Rio ile São Paulo arası yaklaşık 412 km ve otobüsle 5-6 saat arası sürüyor. Uçak bileti fiyatı 150-200 $ arası değişiyor ama ben biletimi gitmeden 59$'a aldığım için rahatım.
Uçağım gelene kadar biraz duty free'de vakit geçirip internette takılıyorum. Çikolata falan alıyorum; toplam 4 kg'cık.
İnternet için gate yakınındaki Starbucks'a gidip büyük bi' Chai Tea Latte sipariş ediyorum ve ödemek için kartımı veriyorum; o da ne? Sistem bozuluyor.. Çocuk bi' kaç kez denedikten sonra "sizden para alamayız sistem hata verdi, afiyet olsun" diyor. "Bilseydim şu çikolatalı keklerden de 2-3 tane alırdım" diyorum, sıradaki diğer müşterilerle geyik gırla tabi.. Neyse beleş kahvemi alıp afiyetle yudumluyorum :) Bu arada kahvedeki nota dikkat!
Saat 03:30'e kadar oturduktan sonra anonsla birlikte uçağa doğru gidiyorum. 16.günümde 3 ülke, dünyanın 7 harikasından 3'ü, onlarca yüz, yüzlerce fotoğraf ve sayısız anıyla cebim dolu bi' şekilde eve dönmenin mutluluğu var. Bi' de tabi özlediğim türk yemeklerini uçakta yiyecek olmanın mutluluğu. Uçağa biner binmez hosteslerden 2'sini kafalıyorum. Biraz geyikten sonra 2 tane yemek istiyorum. Arada götürdüğüm pastırmalı sandviçler fln da cabası..
FİN